top of page

İlkel Dinler Tarihi - 21 (Ata Kültünün Evrimi-1)

Merhaba,


Yazı dizisinin başından beri bir türlü barışamadığımız atamızla son bir kez daha hesaplaşmaya gireceğiz. Kültünün nasıl başladığına dair fikirleri İlkel Dinler Tarihi - 4 (Paleolitik Dönem-4) adlı yazıda değerlendirmiştik. Sonra bu modelin örneklerini birçok medeniyette görmüş, varyantlarını yorumlamıştık. Bu yazıda ise onun sami dinlere nasıl bir dönüşümle girdiğini anlamaya çalışacağız. Önce, incelediğimiz büyük antik din modellerinin bir özetini yapalım. Sümerler, panteonlarında dört önemli unsuru aşkın kimliklere büründürmüştü;

1. Anu - Yaratıcı Tanrı. Evrenin yaratımını tamamlayıp köşesine çekilmiş, onunla bağlantısını kesmişti.

2. Enki - Zanaatkar Tanrı. Bilge tanrımız, Anu'nun yarattığı evreni varlıklarla doldurmuş, insanoğluna birçok alanda yetenek kazandırmıştı.

3. Enlil - Yönetici, ilk Fırtına Tanrısı. Toplumsal refahın merkezi, verimli üretimin odağı, iktidar ve mülkiyetin meşru sahibiydi.

4. İnanna - Bereket, Aşk ve Savaş Tanrıçası. Anlatılmaz yaşanır tanrıçamız, bereketin sembolü, doğanın iyi/kötü gizemlerinin sahibi, güzeller güzeli ama bütün tanrıların çekindiği sorun yumağı ve kaprisli kızımızdı. Tersi çok fenaydı, bir kaşı kalkarsa kötü yakardı.

Mezopotamya'da resmileşen bu yapı Hint-Avrupa kavimlerine yayılıp, onların göç ve akınlarıyla büyük uygarlıklara girdi ve üç ana unsurla sınırlandı. İnanna'nın temsil ettiği muazzam (pratik ve pragmatik) güç, artık iyice ataerkilliğe meyil vermiş yönetim kesmine fazla geldi. Bereketin yadsınamaz dişilliğini tek başına bırakıp, savaş ve iktidar mücadelesini Fırtına Tanrısı motifine bağladılar. Bu yeni haliyle (Mircea Eliade'nin sınıflandırmasına göre) özetlersek;

1. Büyüsel ve hukuksal egemenlik - (Zeus; Jupiter; Varuna ve Mitra; Odin)

2. Savaşçı güç - (Ares; Mars; Indra; Thor)

3. Bereket ve ekonomik refah - (Demeter; Quirinus; Nasatya ikizleri; Freyr)

Toplumsal yapı da bunu uyumluydu; rahiplerin egemeliğindeki ruhban sınıfı; kralların kontrolünde askeri yapı; son olarak da çiftçi ve avcılar. O dönemin feodal yapısına uygun bu tanrı sınıfları her yerde kabul görüyor, medeniyetler arasında kolayca transfer edilip tapınım, ritüel ve mitleri kümüle oluyordu. Sümerlerde ilk izleri görünen cennet, yasak meyvenin yenmesi, erkekten yaratılan kadın, düşen melekler, ahiret günü, aklımızı çelen şeytan gibi birçok unsur neredeyse bütün Dünya'ya yayılmıştı. Fakat, bir yerde farklı bir gelişim yaşandı; Mısır'da yeni bir fikir doğdu. Monoteist bu yaklaşımı incelemeden önce, doğduğu toprakların onun üstünde nasıl bir etki yarattığına bakmakta fayda var.


İlkel Dinler Tarihi - 12 (Mısır Mitolojisi) adlı yazımızda aktardığımız gibi Akhenaten o güne kadar gelen bütün dini modelleri reddedip yeni bir yapı kurmuştu. Onun yaklaşımında bir nevi tek tanrıcılık vardı; bütün panteon lağvedilmiş, hepsinin yerini Aten doldurmuştu. Devrimci firavun Akhenaten'in tek hatası (belki bulunduğu koşulların getirdiği zorunluluk yüzünden) bu tanrıya tapınımı sadece kendisinin yapacağını bildirmesiydi. Halkın Aten'e temas edemeyeceği ve bu yüzden firavunlarını tanrı yerine koyup ona tapmaları üstüne geliştirdiği bu model zayıf kalmıştı. Ölümüyle beraber, Mısır halkı eski düzenine dönmüş, sayısız tanrı ve tanrıçalarına tapınıma devam etmişti. Bunun dışında, Mısır'da yeşeren çok önemli bir gelenek daha vardı; Ptah'da vücut bulan "kutsal söz". Düşüncenin varlık üstündeki mutlak iktidarı, onun sayesinde yani "ol" demesiyle her şeyin var olması üstüne bir şeydi "kutsal söz". Böylece evrenin bütün gizemleri çözülmüş, daha doğrusu düşüncenin üstüne atılmıştı. Artık kozmogoni için somut kanıtlara gerek kalmamış, düşüncenin neredeyse sınırsız düzleminde yeni modeller inşaa edilebilirdi. Zaten öyle de oldu; Musa, bize Yehova'yı tanıttı.


Takriben M.Ö. 13. yy.'da yaşadığı düşünülen Musa ve kavmi Mısır'da köleleştirilmiş küçük bir topluluktu. Olasılıkla, bu grup mevcut Mısır iktidarına karşı bir isyana kalkışmış ve buna biraz nefret, biraz hayal gücü ve biraz aşk katıp direnişlerini bir efsaneye çevirmişlerdi. Bu efsaneden yeni bir din doğmuş, onlara verimli toprakları vaad eden Yehova'nın korumasına girmişlerdi. Bu grubun lideri olduğu düşünülen Musa'nın tanrısından aktardıkları öncüllerinden önemli ölçüde ayrılıyordu. Yehova'nın kim olduğu kendisine sorulduğunda onun dilinden konuşmuş ve "ben, benim" demişti. Yani, başka hiçbir türlü tanımlanamayacak, benzersiz bir varlıktan bahsediyordu. Eğer, evrende bildiğimiz hiçbir ölçekle tanımlanamıyorsa, bu aşkın varlık her şeyin dışında, tek, biricik ve nihaiydi. Haliyle, Yehova bütün soruların cevabıydı. Fakat, onu ve eserini anlamak kolay değildi. Yahudi bir din adamının yaklaşımıyla, o “erotik” bir tanrıydı. Sanki tüllerin ardında, varlığını kısmen hissettiğimiz, bu yüzden büyük bir merak ve arzuyla ona yöneldiğimiz bir aşkınlıktı.


Musa hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. İsyan ve dinsel açılımından hangisinin önce başladığını da bilmiyoruz. Fakat, Tora'da anlatılanların yoğun doğaüstü içeriği bize isyanın yazımdan çok daha önce olduğunu düşündürüyor. Sanki bu köylü devrimi önce gerçekleşmiş, İsrail soyu Sina yarımadasına kaçmış, sonra olan biten Musa'nın elinden bir kez daha ama daha yüksek bir mertebeden, bir inanç modeliyle beraber yazılıp anlatılmış gibi görünüyor. Yoksa, evrensel ölçekte tek olduğunu iddia eden bir tanrının Mısır halkını bilerek ve isteyerek cezalandırması; özellikle ilk doğan hakkı dediği korkunç çocuk katilamını yapması bize kucaklayan ve sevecen bir yaratıcı imajı yerine korku imparatorluğunda taht kurmuş bir varlığın izini gösteriyor. Buna dayanarak, Musa'nın anlatımında kendine has (yani Yehova’ya mal edilemeyecek) bir nefret olduğunu ima ediyorum, yoksa olan bitenden habersiz ve seçim hakkı olmayan çocukların imhasını ilahi bir boyutta değerlendiremeyiz. Eninde sonunda, bu grubun direnişi bastırılamamış ve (muhtemelen) Mısır'dan kovulmuş, kaçmışlardı. İsrailoğulları, Sina yarımadasında geçen uzun zaman boyunca sosyal ve bireysel varlıklarını derinlemesine sorgulamış, türlü eziyete (ve cezaya) maruz kalmışlardı. Yehova’nın onları cezalandırmasını parantez içine alıyorum, çünkü burası biraz abartılı görünüyor. Çölde geçen süre boyunca maruz kaldıkları zor koşulları, daha sonra yazıya dökerken gerçeğinden savurup tanrılarının gazabına bağlayarak, biraz propagandaya kaydırmış gibi görünüyorlar. Nihayet, vaad edilen topraklara ulaştıklarında ise onları önemli bir rakip devlet bekliyordu; Kenanlar.


İsrailoğulları, kendilerine yurt bildikleri topraklara girdiğinde veya istila ettiğinde karşılarında Kenanlar vardı. Bu uygarlık, Mezopotamya'nın ve Anadolu'nun kadim kültlerini Baal'in bünyesinde toplamıştı; ki kendisinin Sami dillerdeki karşılığının Bel ve daha sonra Rab olduğuna dair bulgulardan bahsetmiştik. Kenanlar tarım kökenli bir toplumdu. Baal savaş veya şiddetten çok bereket ve ekonomiyle bağdaştırılmıştı; olasılıkla Kenanların ülkesi yayılmacı bir politika gütmüyor ve diğer devletlerin de pek ilgisini çekmiyordu. Haliyle daha barışçıl ve ölüm-diriliş üstüne kurulu kozmogonik yapının savunucusuydular. Eskatolojileri yani yaşamdan sonrasıyla ilgili inanışları, Mezopotamya'ya klasik donuk ruhların terk edildiği sonsuz dehlizlerden ibaretti. Sonuç olarak, özellikle Antik Yunan'da gördüğümüz yaşama sevincine bağlı hümanist ve (göreceli) eşitlikçi bir hayatın felsefe edinildiği bir toplumdu. Mısır bünyesinde köle olarak çalışıp, isyan ederek buralara kadar gelen İsrailoğulları istila veya kaynaşmayla yerleştikleri bu topraklarda esas olanın tarım ve ekonomi olduğunu kısa sürede gördüler. Berekete bağlı yaşam biçimi ve onun ürettiği Baal kültüne tanık olunca, bunu Yehova'da aramaya başladılar. Fakat, hırslı ve savaşçı tanrılarının kendilerine bu konuda bir bildirimi yoktu; en azından başında. O, daha çok iktidar, toprağın genel mülkiyeti ve kendisine ibadet için sıkı sıkıya tutulması gereken kurallar ve ritüellerle ilgileniyordu. Zaman içinde İsrail halkı toprağın verimini artırmanın daha önemli olduğu düşünerek Kenan'ların dinine kaymaya başladı. Baal, bu iş için oradaydı. Mevsimsel döngüler, verimin arttırılması için yapılması gereken ayinler, doğanın gizlerine varılması için tutulan yollar, gizem tapıları, orjiler ve daha ötesinde avcı kökenden esinlenen çarpıcı temalar; ne ararsanız bu aşkın varlığın kitabında vardı.


M.Ö. 9. yy. ile beraber İsrailoğulları ekonomik gereksinimlerle Baal'e doğru kayınca, ruhban sınıfı da buna şiddetle tepkisini koydu. Pagan tanrılarla inancın kirletildiği ve bunda başrolü Kral Ahab'la karısı İzabel'in oynadığı söyleniyordu. Eleştirilerden özellikle İzabel nasibini ağır almıştı; o bir Baal tapıcısı, eli kanlı katil, soyguncu, saygısızlık yapan, korkutan, göz dağı veren ve hileler yapan, fahişe, kötülük ve kışkırtıcılık yapan vs vs'ydi. Fakat, bu eleştiriler yeterli değildi; Baal tapınımını engellemek için kapsamlı bir değişim gerekiyordu.


Yazı dizimiz birkaç defa paylaştığımız gibi fırtına tanrısının belirgin özelliklerinden birisi bulutları toplaması, bölgedeki en yüksek ağaca şimşeğini çarpıp, yanan ağacın üstünde aşkın varlığını göstermesiydi. Yehova da (artık?) bulutlar arasındaydı. Herhalde bir şimşek çarparak yaktığı ağacın içinden Musa ile konuşmuştu. Bununla da yetinmedi; Tekvinle beraber varlığını daha da netleştirmişti; O yağmuru veren, ziraatı bereketlendiren, yeryüzünü huzurlu ve mutlu bir ortama çeviren, doğanın döngüsel ritmini sağlayan ve böylece bütün yaratıklar için Dünyayı yaşanabilir hale getirendi. Ayrıca, İsrailoğullarının geçmişteki (her ne kadar sınırlı da olsa) başarılarının kaynağı oydu. Ordularını harekete geçirmiş, savaşları kazandırmış, onları (kısa bir süre de olsa) muzaffer kılmıştı. Yehova, sadece kozmogoninin değil, tarihin de tanrısıydı; İsrailoğullarının tarihini o yaratmış ve yazmıştı. Fakat, İsrail halkına bu da yetmedi, daha çarpıcı bir gerçeğe ihtiyaçları vardı.


Bereket kültünün temelinde ölüm ve dirilişle çerçevesi çizilmiş bir döngü vardır. Paleolitik dönemden beri takip ettiğimiz bu model dişil varlığı ile öne çıkmış, ayla simgelenmişti, tapınımları çok detaylı ve çeşitliydi. Eğer, önü kesilmezse (ekonomik sebeplerden) Yehova'nın hükmü silinecekti. İşte bu noktada (olasılıkla) İsrail ruhban sınıfının yardımına Zerdüşt kökenli fikirler koştu. İlkel Dinler Tarihi - 14 (Zerdüştlük) adlı yazıda incelediğimiz, daha önce adı sanı geçmeyen bir şey İsrail halkı için gündeme geldi; ahiret günü. O güne kadar Yehova, İsrailoğullarının günah ve hatalarını yeryüzünde cezalandırırken, artık bir hesap gününden bahsedilmeye başlandı. Ahiret inancı bize şunu söylüyordu; bu ölüm-diriliş döngüsü insanlar için geçerli değildi. Bereket kültüne bağlı ayinler anlamsızdı, bizi koruyamazdı. Bu Dünya'ya geri dönmeyecek veya yokluğa geçmeyecektik. Onun yerine Sırat köprüsü benzeri bir ortamda sorgulanıp, günah ve sevaplarımıza göre nihai yaşama kavuşacaktık. Haliyle, yaşama sevinciyle uğraşacağımıza, buradaki hayatımızın geçici, diğer tarafın kalıcı olduğunun bilinciyle hareket etmeliydik. Yehova'ya tapınım ve onun belirlediği ahlak sınavlarından eksiksiz not almak önemliydi. Bu yaklaşım, gizem tapılarının bu Dünya'ya ait model ve ritüellerini sindirdi. Yine de bu gizemler her şeye rağmen yaşamayı başardılar. İleride daha fazla detaylandıracağımız bu eşsiz kadim düşünceler sanat, neo-mit ve dinsel modellerde yerlerini aldılar. Başka türlü, kutsal kitaba el basıp gizli bir örgütle mevcut rejimi devirmek veya ütopik bir topluma ulaşmak için bugün hala okumuş ve eğitimli insanların bu gizem topluluklarına üye olmalarını açıklayabilir miyiz?


Yahudilik zaman içinde görüşlerini iyice netleştirip, rakiplerine göre daha tutarlı bir kozmogoni ve sert bir eskatoloji ortaya koydu. Düşüncesiyle ve varlığıyla her şeye kadir mutlak tanrısının imajı sağlamlaştı ve Roma İmparatorluğu'nda bir tehdit oluşturmaya başladı. Pagan Roma, Yehova'nın bölgesel bile olsa iktidarına göz yumamazdı. Bu noktada İsrailoğulları bir karar vermeliydi, ya savaşacak ya da kendilerini sınırlayacaklardı. İkincisini seçip, inançlarını sadece kendi seçilmiş halkları etrafında ördüler. Onların artık yegane görevi Yehova'ya inançlarını korumaktı; tapınımlarını yerine getirip, ahiret gününü bekleyeceklerdi. Zamanı için gayet başarılı bu karar sayesinde imhadan kurtuldular. Dinleri silinmeyip sadece kendi ırklarına bağlı bir model olarak yoluna devam etti; fakat, bu içine kapanmayla Yahudiliğin yayılması ve gelişmesi de engellenmiş oldu.


Takipçisi olarak düşüneceğimiz Hıristiyanlık ise farklı bir yoldan gitmişti. Bir sonraki yazıda bunun üstünden devam ediyoruz.


Sevgiler


Comments


bottom of page