top of page

Korku Sineması - 2 (Vampirler-2)

Merhaba,


Bram Stoker'ın Dracula'sını baz alan filmleri bir önceki bölümde incelemiştik. Bu bölümde ise senaryoları 20. yy'da yazılan vampir filmlerinden önemli gördüklerimize bakacağız.


Anne Rice'ın 1976 yılında yayınlanan romanından uyarlama filmdir. Tom Cruise ve Brad Pitt'in başrollerini oynadığı filmde ilk defa insandan vampire dönüşüm detaylı işlenir. Tom Cruise'un canlandırdığı anti-kahraman Lestat, ailesini kaybeden ve bu yüzden ölmek isteyen Louis'i vampire dönüştürür. Louis, önce kazandığı yetilerden hoşlanır, ölümsüzlüğün tadını çıkartır. Fakat, insanların kanını emme fikrini bir türlü kabul edemez. Uzun süre Lestat'a direnir ve sadece hayvan kanıyla beslenip susuzluğunu gidermeye çalışır. Bu uzun giriş sayesinde vampir karakteri izleyiciye daha yakın (insancıl) gözükür. Vicdanlı Louis'in iniş çıkışları, samimi itirafları ve kan içmeyi sadece karnını doyurmak için yapması, vampirin imajını canavardan alıp lanetlenmiş kayıp bir ruha çevirir. Hoş, filmin devamında (pek görmesek de) Louis katliamlara katılıp, evlerden sıra sıra tabutların çıkmasını sağlar ama olsun; bir defa kalbimizi fethetmiştir. Anne Rice, Louis'i bize o kadar güzel satar ki, kan emen bir canavara sempati duyarız. Diğer taraftan, zevk ve sefa peşinde romantik avcımız Lestat onu yavaş yavaş yola getirir. Bir yerden sonra iyi geçinmeye başlarlar ama arada bir boşluk vardır yine de.


İşte bunu Kirsten Dust'ın oynadığı Claudia doldurur. 10 yaşındaki cicili bicili kızımız kendisi büyümese de, ruhu (?) yoluna devam ettiği için bir genç kız, belki olgun bir kadın haline gelir. İçinde büyürken, taşıdığı küçük kız kabuğunu daha fazla kaldıramaz, varlığına isyan eder. Lestat'la Louis'in hassas ilişkisinde kırılımı bu isyanı sağlar ve olaylar gelişir. Filmin en etkileyici sahneleri bu çerçeve içindedir. Anne Rice rivayete göre, bu ölümsüz hikayenin içine lösemiden 10 yaşında kaybettiği kızını Claudia olarak yerleştirmiştir. Böylece kızının vücudunu o son anda, biricik yavrusunu bütün kalbiyle bağlı olduğu o paha biçilmez anda dondurmuş, ama ruhunu hikayenin içinde büyütmeye devam etmişti. Filmi bir de bu gözle izlemenizi tavsiye ederim. Çocuğunu kaybeden bir annenin onu sadece kendi kalbinde değil, eserinde yaşatması hem dokunaklı hem de saygıya değer.


Filmle ilgili diğer bir önemli nokta, Lestat ve Louis'in ilişkisi. İnsan bunda bir cinsellik arıyor ama ben daha farklı bir yerden bakmak istiyorum. Filmin genel akışına göre hikayeden çok bir şiir izler gibiyiz. Bu da bana Lord Byron'un lirik eseri, Gavur'u hatırlatıyor. Şiirde, bir Türk Beyi olan Hasan'ın karısı Leyla'yla ilişkisi olan "Gavur" bir adamın öyküsü anlatılır. Leyla aşkına kavuşmak için haremden kaçar ama Hasan ve adamları onu yakalayıp öldürür. Gavur da intikam için Hasan Bey'i öldürüp kaçar, bir manastıra saklanıp ölmeyi bekler. Olan biteni izleyen bir balıkçı ona lanet eder, kabrinden vampir olarak çıkması için dua eder. Susuzluğuna dayanamayıp, sevdiklerinin ve ailesinin kanını içmesini diler. Bu şiirde geçen vampir kavramı, edebiyatta ilk defa bu korkutucu ögenin ele alınması olarak da değerlendirilir. Vampirin folklorik kökenini Kötülüğün Tarihi serisinde ele almıştık, detayı merak edenlere o diziyi tavsiye ediyorum.


Bu uzun açıklamadan sonra konumuza geri dönelim. Evet, Vampirle Görüşme dramatik bir şiir gibi ve sanki Diodati Çetesinin has üyeleri Lord Byron ve Percy Shelley'i anlatıyor. Lordumuz tutkulu ve agresif karakteriyle Lestat'la, Shelley ise pasif, içten ve hassas yapısıyla Louis'le eşleşiyor. Ve evet, her ikisi de birer romantik kahraman olarak hikayeyi zenginleştiriyorlar. (*)

Filmin bana göre en etkileyici sahnesi Master and Apprentice olacaktır; bu sahne “Kedinin fareyle oynadığı gibi” deyimine güzel bir örnek olur.


Anne Rice'ın aynı seriden üçüncü kitabından uyarlanan Queen of the Damned, her ne kadar hayal kırıklığı olarak görülse de en azından Akasha rolündeki Aaliyah için izlenebilir. Aaliyah zamanında R&B Kraliçesi olarak kabul edilirdi ve genç yaşta bir uçak kazasında ölmüştü. Queen of the Damned Appears bana göre filmin en güzel sahnesidir. Vampir sinemasıyla rock müziğin eşsiz bir birleşimi sergilenir.


19. yy edebiyatı ya da romantik akıma dayalı vampir filmlerinden modern, çarpıcı ve bol aksiyonlu 2000'li yılların seri filmlerine geçelim.


1970 yıllarda Marvel Comics'in Dracula'nın Mezarı adlı serisinde karşımıza çıkan Blade karakterinden türetilen film serisidir. Yine önceki vampir filmlerine göre önemli farkları vardır. Birincisi kahramanımızın kendisi de bir vampirdir ama türüne düşmandır. Annesi onu karnında taşırken Frost adında bir vampir tarafından ısırılmış, bu canavarlara ait özellikleri taşıyan enzimler (?) kanına karışmış, bir melez haline gelmiştir. Blade'in evreninde vampirler güneşten, gümüşten ve sarımsaktan etkilenirler. Bunların hiçbirisi Blade'e karşı işe yaramaz. O bir "Daywalker" yani gündüz gezendir. Muazzam güçlü, hızlı ve akıllıdır. Ayrıca yardımcıları sayesinde çok iyi silahlarla kuşanmıştır. Havalı bıçakları, gümüş mermi atan otomatik silahları ve olmazsa olmazı katanası (samuray kılıcı) vardır. Film serisinde vampirler yer altında ya da kapalı mekanlarda yaşayan ezik, korkak ve aptal yaratıklar olarak gösterilir. Sadece başlarındakiler (Frost ya da Drake gibi) muazzam güç ve/veya yeteneklere sahiptir. Wesley Snipes'ın canlandırdığı Blade, her bölümde bu vampir sürülerini bir bir doğrar ve başlarındaki süper vampirle uzun ve etraflı bir dövüş yapar. Agresif bir estetik, karanlık mizah ve teknik detayla dolu bu film serisi çok keyiflidir.


Bir çok güzel sahne arasından iki seçimim var. Birincisi kült hale gelen, Blade serisiyle beraber anılan kan banyosu sahnesi; Blade Club Scene. Diğeri ise ikinci filmde Blade'in Nyssa ve Asad'la dövüşme sahnesi; Blade & Nyssa & Asad.


Underworld serisinin ilk bölümü 2003'te yayınlandı. 8 yıl içinde 6 bölüm çekilen seride vampirlerle kurt adamların savaşını izleriz. Blade'deki gibi bol aksiyon yüklü bu seride, insana pek rastlanmaz. Asıl problem yüzyıllardır devam eden vampir - kurt adam kan davasıdır. Vampirler yine güneşten etkilenir, gümüşten çekinir ve kan içerler. Ama artık kuytuda saklanan ve bireysel hareket eden canavarlar değillerdir. Organize komando ekipleri vardır; otomatik silahlarıyla kurt adamlara saldırırlar. Kurt adamlar da klanlar halinde yaşar ve insan görünümlerinin arkasına saklanırlar. Kan davalıları ile karşılaşınca bir anda öfkeden delirip üst başlarını yırtmaya başlarlar. Çıldırmış bir halde boyları iki metrenin üstünde, son derece güçlü canavarlara dönüşürler. Vampirler bu seride biraz daha insancıl bir ruha sahiptir. Bunu iyi anlamda dile getirmiyorum; entrikaları, iç hesaplaşmaları, kendi türlerine ihanetleri bol bol sergilenir. Özellikle soylu vampirler ikircikli doğaları, şatafatlı yaşamları ve kibir dolu ruhlarıyla, yakınçağ aristokratlarına benzerler. Kurt adamlar her ne kadar boylu poslu canavarlar olsalar da, onları vampirlere göre daha samimi ve sempatik bulabiliriz. Tek dertleri hayatta kalmak ve vampir belasından kurtulmaktır. İlkel kavimler gibi yaşarlar; tek bir lidere bağlanıp, basit bir organizasyon şemasıyla hayatta kalmaya çalışırlar. Emekçi kesimin isyanına benzer; zaten olayın tarihinde kurt adamları vampirleri koruyup ayak işlerini yapan köleler olarak görürüz.


Bütün bu olan biten arasında, serinin kahramanı vampir Selene kendi yolunu çizmeye çalışır. Hem kendi türünün ihanetine (defalarca) uğrar, hem de iki tür için nihai çözüm gibi görünen melezlere denk gelir. Hatta birisine aşık olur, ondan çocuk bile yapar. Bu vampir filmlerinde en azından benim bildiğim kadarıyla bir ilktir. Diğer bildik konuları da katarsak, izlemesi keyifli bir seridir ama kalitesi Dracula varyantlarına göre hayli düşüktür. Yine de Kate Beckinsale'in canlandırdığı Selene, benim gibi milyonlarca gencin (?) kalbinde taht kurmuş, hatta yine benim gibi eşleri tarafından "Sen ne durup durup bu kadının filmlerini izliyorsun?" diye bir kaşı kalkık tepkilere boğulmuştur.


Bol aksiyonlu sahneler arasından iki seçimi var. Birincisi Selene ve melez sevgilisi Michael'ın, kadim vampirlerden Marcus'la karşılaşması; Selene & Micheal & Marcus. Diğeri de serinin son filminde Selene'in yüce bir vampire dönüşmesiyle ilgili; Return of Selene.


Her ne kadar efektleri, aksiyonu, detaylı dekor, ortam ve karakter dizaynıyla bu filmler göz doldursalar da, Dracula ve Nosferatu'ların (yine bana göre) yerini dolduramıyorlar. Bir önceki yazıda değindiğim filmlerin daha derin bir anlatımı ve sanatsal yoğunluğu olduğunu düşünüyorum.


Vampir sinemasında 2000'lere damgasını vuran "Ergen Vampir" dizileri ne yazık ki durumu daha da kötüleştiriyor. Yakın dönemde, Bram Stoker ya da Anne Rice gibi bir yazar çıkıp kaliteli bir vampir hikayesi ortaya koymazsa, bu konu daha da ayaklara düşecek gibi görünüyor. Siz yine de odanızda sarımsak bulundurmayı unutmayın.


Sevgiler


(*) => Lord Byron ve Percy Shelley'e, Kötülüğün Tarihi adlı yazı dizisinde tekrar döneceğiz. Romantik Şeytanın tanımı ve kurgusunda eserleri, görüşleri ve hayat hikayeleri bize yardımcı olacak.

Comments


bottom of page